Thursday, January 31, 2008

aptallığın kısa tarihi (kayıp ders notları)

aptallar...evet, böyle bir güruh var, tehlikeli bir güruh.bunların beğenileri, tercihleri ve bazen de tercihsizlikleri, başkaları için de belirleyici oluyor.aptal oldukları için kendi kendilerini her türlü vicdan mahkemesinden de uzakta tutmayı başarıyorlar. sürekli bir "birbirinin yazdığını çizdiğini yaptığını onaylama hali" içerisindeler. aptalların pek de bilinmeyen bir özelliği vardır, aptallar "aptallık" diye bir meselenin olduğunun farkındadırlar çoğu kez.ama işte aptal olduklarından, kendilerinin bu çembere takıldığını farketmezler bir türlü. bir de, nasıl bir savunmaysa artık, birbirlerini bulur ve sahip çıkarlar. birbirlerinin aşırı ve bayağı duygusallıklarını, ağdalı cümlelerini,ucuz işlerini alkışlarlar ki yarın alkışlanma sırası kendilerine gelsin. aptallara yapılacak en ayıp hareket bu hallerini yüzlerine vurmaktır. hayır efendim, düşük iq lu insanlardan bahsetmiyorum,onlar arasında çok özel parıltılar gördüm, büyük savaşlara bilenenler gördüm.ben son derece iyi okullarda okumuş cv kumkumalarından bahsediyorum.adlarının başında yüksek mühendis,uzman doktor, yardımcı bilmemne doçenti gibi ekler olabilir, bu ekler iki işe yarar: 1. arada bir bu aptallığa tahammül edemeyen birilerinin burnuna sokulurlar. 2. kendi aptallıklarını tüm topluma yayabilmek için bir okulda hoca falan yapılıp ucuz küçük taklitlerini üretmeleri istenir. bu hediyelik biblo üretimi için kendilerine para da ödenir, gereksiz israftır.

aptallar çok fazla...çevremizdeki bir sürü zevksizlik, kalitesizlik bunların ürünüdür efendim,acı veren bir durum değil mi hakişkaten de?...aptallara "aptalsın" dediğin zaman ya toptan bir redde girişirler, kuma gömerler kafalarını, ya da size geri saldırıda bulunurlar, şımarık bir çocuğun tarzından daha fazlasını akıl edemedikleri için "sen de aptlsın" gibi savunma sözcükleriyel sizi de kendi çukurlarına çekmeye çalışırlar. "haklı olabilirsin, nasıl çıkacağım bu durumdan" ya da "bu sözünü düşünmeliyim" diyorsa eğer "aptallığını " yüzüne çarptığınız, aman ha...aptal değildir o, büyük ihtimalle siz yanlış ölçüp biçmişsinizdir.

ha, bir de önyargılı ve iftiracı olurlar, ispatsız suç atmaya bayılırlar, ama verdikleri tüm zarar ziyan yanında bu nedir ki? hem "aptal" deyip duruyorum deminden beri,fazla bir şey beklememek lazım. bir de ortalarda gezinmeseler...

kaç gün oldu okullar kapanalı, beklenen kar bir türlü yağmıyor. çocuklara da yazık, senenin yarısında "kar yağsa da bayır aşağı kendimizi salsak" dediklerini biliyorum. ben de bekledim durdum, güya geceyarısı cebimde küçük şişe kanyak kar altında gezinecektim. eskiden kar yağardı ve büyük bir sessizlik kaplardı gerede sokağını, yzanlar sokaktan aşağı kayılırdı.öyle deli gibi araba geçecek kara rağmen, bir "hayata tamgaz devam etme " tribi yaşanacak...nerdeeee... hayat son derece şık bir şekilde dururdu kar dizboyu olunca, sokaklar sadece çocukların hükmettiği bir ülkenin yerel yönetimleri gibi görünürdü gözüme.ta ki zalim anne ve babalar kıçı ıslanmasın diye evladını feryat figan pencereden çağırana dek.kartopu savaşı, kardan adam, araba geçmesin diye yapılan kar barikatı ve kızak...merdiven altına korniş çakılarak yapılan 8-10 kişilik kızak. ulan küresel ısınma, çocukluğumuzu da yedin be...

Saturday, January 26, 2008

bayılırım başladığım işi yarım bırakmaya, yine de artık olmayan ülkeden gecikmiş mektuplarıma devam etme kararı aldım. bir eski doğu alman kenti, eyalet başkenti, gece geç saatte trenle gelinmiş, otele yerleşilmiş ve rahat edilmiştir.üstbaş değişilir ve kentin ortasından giden mecburiyet caddesinde turlamaya çıkılır. yabancılık duygusu sanıldığının çok altında seyretmektedir. o kadar sıradan, sessiz ve sakin bir yerdir ki, insan kendini yabancı hissettirecek bir yüze, bir binaya,herhangi bir şeye bile rastlayamaz. bir sürgün yeri gibidir, ya da bir edebiyatçının ilham perisini kuyruğundan yakalamak için çekildiği bir kasaba. sokaklarda çok az ses, çok az araba, çok az insan...genel bir "çok az" olma durumu hüküm sürmektedir. biraz dolaşılır, bir fastfood cudan karın doyurulur, bahnhof daki büfeden birkaç bira alınıp kıdemli ayyaşlar gib elde bira ana caddeden bir aşağı bir yukarı yorgunluk engel olana kadar yürünür.
--sürecek--
ben anlatmayı becerebilirsem bir anlayan da olacaktır. geçmiş bazen resmi geçit yapıyor önümde. ortaikiyi bitirdim ve hiç bir sınıf arkadaşıma (oysa ki çoğunu çok severdim) hoşçakal diyemeden, bir adres veremeden çekip gittim. oysa adresim, gittiğim yer filan, hepsi belliydi."dadal nerede?" diye soran olmuş mudur, uzaktan bir yerlerden "almanyaya gitti" diye haberimi alan var mıdır bilemem. sınıftan gidenin boş sırası çabuk doldurulur. bu gidişin bir kaybolma olduğunu, gariptir ama, yeni farkediyorum.yıllarını kayıpların izini sürmeye vermiş olan ben kaybolmuştum, kayıptım, yitip gitmiştim. kaç küçük bellekte bir nokta kadar iz bırakıp gittim bilemem. almanyaya gitmiştim ya da 1976 yılının sonbaharında, bazı sınıf arkadaşlarım için ölmüştüm. başka bazıları ile tanışırken bir yandan. kayboldum ve yeni fakına varıyorum, ne acaip değil mi..iyi ama, kendimi nasıl ve nerede bulacağım bunca zamandan sonra?

Saturday, January 19, 2008

DISKO PARTIZANI

beni genellikle sinir etse de, arada güldürür...ekşi sözlükten bahsediyorum.
son zamanlarda hem aklıma hem ağzıma takılan hoş parça disko partizani için yapılan bu yorumu sevdim.

redbul ve votka içinde
sıkıntıdan patlamak üzereyken
shantel'in işaretiyle
dansa başladı partizan

:)))

binlerin, yüzbinlerin doldurduğu bir meydan var düşümde...gece sessiz bir fener alayı...bir bahar gecesi ve ağaçlara japon fenerleri asmışlar, çok uzaklardan bir akordiyon sesi geliyor.

Friday, January 18, 2008

"iyi ama" dedi, "ışıkları kim söndürecek?"

"ben söndürürüm"," siz çıkın usulca odadan."

Thursday, January 17, 2008

16Ocak'ı 17 sine bağlayan gece, ertesi gün, ve geride kalan bütün günler

gece, sabaha kadar onu aramak, bir hastanede sargılar içinde canlı bulacağımıza inanmak...Çetin, Akın ve çocuk, eski bir vosvos, karda kayarak dolaşılan bilumum ankara hastaneleri...acilleri, morgları, hepsi birbirinden mezbelelik...yok...ölenler var, yaralananlar var ve hatta bir sıyrık bile almadan kurtulanlar var, Çetin konuşuyor bu sonunculardan birisiyle.Sadece üstü başı çamur içinde ve şaşkın, bir ambülansa atlayıp ölülerin yanında acil servise gelmiş o da.Gülhane'nin kapısında kesine yakın sayıları öğreniş ve sonra eve dönüş. ve o eski polonya amalı radyoda saat 4 haberleri, ve tek tek isimleri sayış ve en son okunan isim.saatler duruyor bir anda. işte bu kadar.hayatımızı bir daha rotaya girmemecesine raydan çıkartan düğmeye basılma anı. beklenmedik bir ölü ve geride kalan şaşkınlar. geride kalan sersemler ve bir türlü bitmeyen sersemlikleri. kendimden bahsediyorum, eğer bir alınan olacaksa hemen vazgeçsin.

ertesi sabah otobüse binip okula gidiş, hayata tutunma çabası, bir türlü olan bitene inanamama durumu...belki de bir yardım isteme çabası...orası kalabalıktır ve muhakkak imdada koşan birileri bulunur. karlı istasyondan geçerek okul kapısına varış, her şey eskisi gibidir ama birkaç saattir küçük bir çocuk yetimdir artık...zaten hiç yoktun, şimdi iyice yoksun diye anar babasını...iki "keşke" si vardır kendince, "keşke güzel zamanlarımız çok olsaydı" "keşke, beraber zamanlarımız çok olsaydı" ...yoklukları, yoksunlukları bir çoklukta gizlidir. çocuk sarı beyaz suratıyla hep bir eksikliği hissederek dolaşır sokaklarda.

Wednesday, January 16, 2008


Çiçek Arif anlatıyor:


Yaşar Kemal'i ilk tanıyışım...Sultanahmet'te kaldığım yıllarda, aynı mahalleden komşum, İstanbul ErkekLisesi'nde okuyan Ergin Günçe diye bir arkadaşım vardı. Ben o ara şiirin yanında bir de roman yazmaya başlamışım. Ergin'e zaman zaman onları okuyorum. Ergin'de şiir yazıyor. Onun yazdıkları benimkilerden daha güzel. İlk defa Ergin'den -Allah rahmet eylesin; çok genç yaşta uçak kazasında ölmüştü- bir Nazım şiiri duydum. Bir gün sonra bana "ya, sen Osmaniyelisin değil mi?" diye sordu. "Sen Yaşar Kemal'i tanıyor musun?"...ve beni Yaşar Kemal'le tanıştırdı. Beraber Cumhuriyet gazetesine geldik.Yurt Haberler Servisi yazan bir kapıyı çalıp içeri girdik. Birden karşımasadan iri yarı bir adam kalktı ayağa; bir gözü biraz sakat gibiydi. "Vay Erginciğim!.." diye bağırdı. Ergin beni Yaşar Kemal'e göstererek "YaşarAğbi, bak sana hemşerini getirdim" dedi. Yaşar Kemal "Kimlerdensin lan?"diye sordu. "Hösemağalardan" dedim... "... "Hay senin sülaleni!.." dedi..."Kimin oğlusun?"... "Nalbant Hasan'ın"... "Haa, o zaman başka" dedi. Yandaki masadakilere beni göstererek "Hemşerim çocuklar, ben onların çiftliklerinde çok pamuk topladım" dedi. Babamı sordu, çay içip sohbet ettik. Dışarı çıkarken Yaşar Kemal'in oğlu olarak çıktım odadan.

Monday, January 14, 2008

beatles aklımı aldı, çok şık giyiniyorlardı, çok yakışıklıydılar, 4 ayrı kişiydiler ve şarkıları çok güzeldi...aklımı aldılar, aklım hala onlarda...geri istemeyi de düşünmüyorum.

Sunday, January 13, 2008

çocuk temiz yüzlü, efendiden...elindeki dergi gazete karışımı şeye dikkat ediyorum yol uzayınca.komünist neşriyat, kızıl bir orak çekiç var ilk sayfanın sol üst köşesinde.karaköy vapurunda spor sayfası okur gibi çaktırmadan bakıyorum arka sayfaya. sonra tendeki ışıklı tablolardan, gideceğim yere yaklaştığımı anlıyorum. yanlış bir bahnhof ta inip yüzlerce euro taksi parası bayılmamak için, karşımda oturan efendiden "kızıl" gençle irtibat kurma kararı alıyorum. yarı almanca, yari ingilizce anlaşıyoruz, dah 3 istasyon var, bana söyleyecek, onun bir istasyon daha gidecek yolu var. söylüyor ," burası" diyor ve iniyorum. ankara'yı aramalıyım, cebim çalışmıyor, yeraltında bir telefondan arayıp konuşuyorum.sonra freiheit meydanına doğru yürüyorum, kentin meydanı olsa olsa burasıdır. meydanda hiç kimse yok, freiheit ın olmazlığını mı farkedip kaçtılar acaba? yok, daha basit (her zaman yanılgılar daha basittir) yanlış taraftayım. öteki meydana çıkınca taksiye gidiyorum, taksici "çok yakın, götüremem " diyor. parayısyla bile olmuyor yani, otel tam tutuuramayıp tekerlekli bavulumla eski alman kkaldırımlarında tıkırdayarak bir süre yürüyorum.sonra hatamı farkedip geri dönüyorum, taksici haklıymış, duraktaki sırasını kaybettiğine deymeyecek kadar yakın bir otel.
kimse ingilizce iblmiyor, ama allahtan herkes almanca anlıyor, benimkini bile...

--sürecek, ama çok sonra sürecek şu ara sıkıldım zaten okuyan da yok--

Tuesday, January 08, 2008

treni yakalıyorum. treni yakalamak kolay değil, başı ayrı kıçı ayrı yere giden bir tren bu sanki, ama almanya'daysan, kalabalık bir tren istasyonundaysan ve türkçe biliyorsan, işin çok da zor olmayabilir. tren hareket ediyor, herkes yabancı, bir tek ben değilim. tren duruyor, kalkıyor, duruyor...15-20 dakika aralıklı olarak bir sürü istasyon. şimdi bir istasyonda yanlış indiğimi varsayıp ne denli perişan olacağımı hayal ediyorum. gariptir, bu korkuyu trenle ankara'dan istanbul'a igderken de yaşarım. oysa ki dünyanın belki de en zahmetsiz tren yoculuklarındandır. eskişehir'de yoğurt ve haşhaşlı çörek, izmitte pişmaniy eve haydarpaşa'da fotofiniş. almanya'ya geri dönelim. tren bir istasyonda boşalıyor, farklı tipler biniyor. burası sınır, artık olmayan bir ülkenin hal avarolan sınırı. ülkeler yok olsa da sınırlar kalıyor. karşımdaki çocuk efendiden tipli, buralarda her anne kızını böyle bir çocuğa vermek ister. emini türk olsa namazında niyazında bir tip olurdu.

--sürecek--

Monday, January 07, 2008

But there will be moments, she said, smiling, as she turned on her back,floating, moments like diamonds in our hands, candles on the waves,and we could make our way to them, hold them one by one,like the silver beads of water on the head of a baby being baptized,the breath she takes in like a dream and lets go.

John Hodgen etmiş bu lakırdıları...nedense bu resim de bana yalnızlık çağrışımları yapıyor. Bu aralar kendimi yalnız hissedemeyecek kadar hasta hissediyorum ve anlıyorum ki: yalnızlık da bir çaba, biz zenaat, bir mesai, belki de bir doktora tezi (tam saçmaladım :) )

Friday, January 04, 2008

yaşarken kaybettiklerim...erişilmez yollara gidenler...hepsi birer hayalet artık...bazısı hayatta biliyorum, ama telefonun ucunda ses, bir hayaletin sesi. zaten duymak da istemiyorum. annemin sesini meela.yüzünü de görmek istemediğim gibi.
bir düş, ilk evlerden birisi, hani kavga edilip evsahibiyle , apar topar çıkıp gidilen, o hırsız giren eve taşınılan. o evde oturduğumuzu bile unutmuşum. eşyaların senin, kasetler, çok eski bilgisayar disketleri,daha önce hiç görmediklerimden. kasetleri ayırıyorum, çekler, not defterleri filan da var, atılacaklar hepsi...ve o düşün ortasında, senin eşyalarını toplarken çöpe atmak için, birden kavrıyorum ki artık geri dönmeyeceksin. bunu bunca yıl yokluğunu yaşarken değil de, rüyada çer çöp toplarken hissediyorum. Rüyalar böyle işte, hakikati eğip büküp kulağımıza üflemede üstlerine yok. onca yıldan sonra bir düşün ortasında seni değil de sensizliği hissettim.güzel değildi, ama alabildiğine hakikiydi.