Wednesday, September 24, 2008

Darwin'e Duyulan Öfke

Darwin'i tanımam etmem, ama sanırım şöyle dediği için çok kızıyorlar kendisine. "Artık maymun değilsiniz, dolayısıyla bu yaptıklarınız, söyledikleriniz maymuna yakışsa da size yakışmıyor"

Tuesday, September 16, 2008

RICKLER ÖLMEZ!

pink floyd...tıpkı şimdi adlarını vermek istemediğim başka birkaç grup gibi onlar da gözüme bir müzik topluluğu gibi değil de bir serüvenin elebaşları gibi gelirdi. dinledim, etkilendim, çok sevdim, söz söyletmedim, sıkıldım, uzun süre ara verdim, yeniden dinledim, eskisi kadar sevmedim, yine ara verdim, daha eskilerine gittim, yeniden sevdim...pink floyd benim için gel-git lerle doludur. "nasıl adamlardır bunlar, hele ki ilk dönemlerine müzik yaparken neler hissederlerdi,aralarında ne konuşurlardı" diye merak ettim durdum. rick wright; orgcu, klavyeci, öne çıkmayan adam, syd'den sonra grubu ilk terkeden adam, sonraki birleşmelerde ortalarda hep...rick artık yok. muhtemelen rock'n roll cennet çayırında syd ile akşam çayı içiyorlardır. bizim gençliğimizi de yavaş yavaş öldürdüklerini bilmeden, göçüp gidiyorlar.

Monday, September 08, 2008

Marquee Moon

1970'lerin new york'u nasıl bir yerdi acaba? gidip ortamlarına dalamadığımıza göre, muhtemelen bize nasıl gösterildiyse öyle bir yerdi. en azından bizim için. müzik kısmına bakacak olursak, ingiltere hareketli, amerika'da soul-funk almış yürümüş, rock adına 10 sene önceki müzikleri biraz değiştirip çalmak dışında pek bir şey yapabilen yok. metal ingiltere'den fırlamış, punk'da oradan fırlayacak, amerika kendi orta sınıfının bayıcı müziği ile ikindi uykusuna dalmakla meşgul. tam bu sırada fırlıyorlar işte, belki de beach boys a tersinden gönderme yaparak neon boys adını alıp. sonra television oluyorlar. aslında television demek amerika demek. ama referansları avrupa, esas adamları soyadını "verlaine" yapıyor ve macera başlıyor. patti smith müzik aleminin içindedir, cbgb adında bir klüpte çalıp çorba parasını çıkartmak mümkündür, şarkı sözleri eski şairlerden gelen esintilerle yazılır, bestelerde 60'ların sıkı grupları ve uzun rifflerde john coltrane imdada koşar. ama işte gitar tonları, uzun, temiz, bir pırıltı ile bir iniltinin kesişme noktasında çok özel gitar tonları. uzun tekrarlar, nevrotik bir vokal,normali buymuş gibi anlatılan rahatsız temalar. işte television ve belki de en iyi albümleri, marquee moon.

Saturday, September 06, 2008

"Blog ihmali ve istismarı " suçundan bana kesilen cezamı vezneye yatırdıktan sonra yeniden yazmaya başlıyorum. Sabah sabah bir Nico albümü ediniyorum. Aklıma sakin bir cumartesi sabahı için türlü çeşitli müzikler gelse de, nedense Nico hepsinden iyi ses veriyor. Bu kadın iğreti idi, sallanırdı, yalan söylerdi, ingilizcesi bozuktu, sesi kötüydü, şuydu buydu...Yine de Velvet sonrası kensisine çok özgün bir yer bulmayı başardı.İşte şu anda çalan "Camera Obscura" son derece güzel bir albüm. Her türlü piyasa ilişkisinden ve ticaretten uzak son derece kaliteli albümleri var. Referans olucu, ufuk açıcı. Alman olduğu için mi sanattaki bu yaratıcılığı, bilemem? Bisikletten düşerek ölen ilk ve tek müzisyen olmak gibi bir ayrıcalığı da var, orası işin tatsız kısmı. Nico dinliyorum, beni yanıltmıyor, yaptığı müzik Velvet'ın uzağına gitti yıllar içinde, ama çok hoş, bambaşka bir ses. Her gün dinlenmez bu, özel günlerde dinlenir, tıpkı Talk Talk'ın "Spirit of Eden" ı gibi, Orange Juice'ın "Texas Fever"ı gibi. Nazz'in ilk albümü gibi...Üşenmeyip bunları da yazayım. Hey blog, geri döndüm!