Friday, December 26, 2008

güneyde bir taşa yazılan ne varsa
akşamüstü uzar gider yağmurum
zambaklar rüzgarda sallanan

oturdum kendi kuru nehrimin
soğuk kıyılarında
ismini bilmediğim
bir gül için ağlıyorum

Saturday, November 29, 2008

dokunmaz hiç bir güneş
içinden yanan sakallarıma

gözlerim sarı bakar gecenin içinden

defterlerde adı kayıp bir yalnız adamım

dönerken güz yolları uzak pencerelerde
bitmeyen bir suça yazılmış adım

d.
29 Kasım 2008

Thursday, October 30, 2008

Orta Yaşlı Bir Yazarın Cumhuriyet Bayramı Konulu İlk Şiiri


Şiirin konusu bir Cumhuriyet Bayramıdır
Herkes bir cumhuriyettir aslına bakılırsa
Babam bile bir cumhuriyettir ikinci karısıyla
Bakmayın yoksul bir emekli olduğuna
Bizi öfkeli ve tedirgin büyüttü

Renkleri iskambilden aşırılma izciler
Kızmasınlar şimdi bana. Biz de o oyunlara düştük
Uykusunu almamış askerler
Bıyıkları burulu at polisleri
Yelekli belediye başkanları ve süslü valiler
Herkes kendine göre bir cumhuriyettir

Herkes bir cumhuriyet kurabilir bahçesine
Önemli olan istek, plan ve malzeme
Çalışmak ve yükselmek yüreklerde çıngırak
İster ısırgan otları bürüsün
İster öksürük çiçekleri süslesin
İster karpuz kes otur ve ye, kendi bahçendir

Tarlalar ve Fabrikalar dolusu bir halkın kalkışması
Kurduğu zaman fakat kendi öz uygarlığını
Başka türlü sesler geliyor bandodan bile
Giderek anlam kazanır her türlü cumhuriyet
Yoksa bir şair niçin ve nasıl yaşasın

Aksi halde cumhuriyet konusu
Hoyrattan kurtaramaz kendisini ve bayatlar
Şablonla yazılan saçma söylevlerde
ve İzci arkadaşların şapkalarında

Durum işte budur
Saygıdeğmez düşmanları şiirimin
ve Cumhuriyetçi dostları kahkahamın
Ben sakallı söylerim sözü
Yarına inanmasam bugünü kurcalamam

Ergin Günçe
1976

Kilink

çok korkardım ondan,ortada o kadar korkulacak şey varken korkmak için neden onu seçtiğimi bilmiyorum. evlerin açık camlarından girerdi, kadınlarla ya sevişir ya da onları öldürürdü ( kadınları çözmüştü :) ) uzun da bi rtabancası vardı. filmlerini filan izlemedim (izin yoktu) ama fotoromanlarını alıp yarısına kadar okurdum. bir sürü filmi çekilmiş ve sonra çoğu kaybolmuş, şimdi hepsi birleşince bir film mi ne ediyormuş. yanılıyor da olabilirim, böyle kalmış hatırımda.
bloglar açıldı, ben de açılışı Kilink ile yapmak istedim.

Sunday, October 26, 2008

Engelleme-2

Ben de sadece bana oldu sanmıştım.Tüm blogları kapamışlar. İçlerinde kelebeklerden, kedisinden, gitarından, eski sevgilisinden, yaptığı pastadan,dinlediği son albümden filan bahseden yüzlercesi var. Ülkemin ilkelliklerinin bitebileceği beklentisi ile yaşıyorum uzun süredir. Ne zamandır? Şu: 1977sonbaharında Esenboğa Havaalanına uçakla iniyorum, Almanya'dan.Alanda elektrikler kesiliyor, iniş gecikiyor, gerilim oluyor. 4 uçak aynı anda iner, bavullar için bant zaten yok, getirip yığarlar bir salonun ortasına.Dışarıda pis bir yağmur biryandan.Işıklar bir yanıyor bir sönüyor.Havaalanı değil toplama kampının girişi sanki. 2 senedir uzak olmama rağmen çocuk aklım bu ilkelliği kabul etmek istemedi. Hala da etmiyor. Ülkeme ait bütün ilkellikler bitmeli.

Friday, October 24, 2008

Engelleme

Blogum engellendi.Açmaya çalışılınca bu yazı çıkıyor.Hayırlısı bakalım...


Bu siteye erişim mahkeme kararıyla engellenmiştir.

T.C. Diyarbakır 1. Sulh Ceza Mahkemesi 20.10.2008 tarih ve 2008/2761 sayılı kararı gereği bu siteye erişim engellenmiştir.

Access to this web site has been suspended in accordance with decision no: 2008/2761 of T.R. Diyarbakır 1st Criminal Court of Peace.

Tuesday, October 21, 2008

16 MART KATLİAMI

evet, bir soğuk bir ankara sabahında radyodan duymuştum olan biteni, o an hala aklımdadır. üniversite'de öğrencisin, eğitim alma çabası içerisindesin ve tepene bir bomba. elbirliği ile. bu olay yapılışından beri hiç gizli kalmadı, daha ilk yıllarda yapan isimler anılmaya başlamıştı. şimdi gazeteler 'zaman aşımı' na uğradı diyor. dava açılamayacak, faillerden birisi "ben yaptım" diye ortaya çıksa bile suçlanamayacak. belki de gazetelere mülakat filan verirler,anılarını yazarlar. nasıl olsa 'tehlike geçti'. böyle bir olayın zaman aşımı olur mu yahu, zaman bunun üzerinden aşabilir mi? zamanı bunun üzerinden aşırtabilen bir YAZARI TARAFINDAN SANSÜRLENMİŞTİR?

Monday, October 20, 2008

eski gemi,yeni rüzgar

sevgili günlük...kimse beni uyarmadı, şimdi eski bir gemi olarak kayalara çarpmış gibi hissediyorum. 4 bir yandan hatta varsa eğer, 5 bir yandan kuşatılmışlık duygusu. giderek daralan bir hayat. bir oda istiyorum, yalnız kalmak ve yazmak için, sürekli anonim olmaya, ortalarda olmaya zorlanıyorum.kasabada bitmek bilmeyen bir soytarı düğünü ve kalk oyna diyen taşralıların düşük değerlerine gark oldum, gazeteler bunu da yazar mı? kaptan olsam gemimle batarım, fare olsam gemiden kaçarım, ben çürüyen geminin ta kendisiyim. sevgili günlük, bana erzak, pusula, biraz da rüzgar gönder.

Tuesday, October 07, 2008

Adalet ve Denge

aslında adalet ve denge gibi önemli konularda yazmak isterdim. konuya şekil olsun diye terazi resmi ararken bu bacıya rastladım. yazacaklarımı bir an unutup kadın memesinin önemi hakkında laflar etme kararı verdim. sayısal olarak erkek memesi ile aynı olsalar da, ebat, işlev ve süreç açısından önemli başkalaşımlar gösteren kadın memesi bugünkü konumuz. efendim, genellikle iki tanedirler biliyorsunuz, tek ya da hiç tane de olabiliyorlar, meme kanseri diye bir şey duymamış olacak kadar öküz değilsiniz, diy mi? meme kanseri...ölümcül olabilir, tek memeyle ya da biyopsiyle kurtaranlar şanslı sayarlar kendilerini. demek ki neymiş, o memelere sahip olmak bir de risk içeriyormuş. risk, değeri (genellikle ) artırır.

memeler, kadın memeleri. ayıp olmasın diye "göğüs" filan da diyorlar, "meme" lafı fazla "halk" a ait gibi, ondan mıdır acaba?gereksiz popülizm yapmayalım, geçelim. önemli işlevlerini biliyoruz, ergenliğini geçmiş ya da tam orada saati takılmış erkekleri uyarmak dışında,aç çocuk doyuruyorlar. bu kısmı çok önemlidir, eğer iyi çalışırlarsa bir bebeği (hem de çok sağlıklı bir şekilde) bir yaşına kadar büyütebilme ihtimalleri var.

kendi içlerinde bile farklı ölçüleri var, onlar için hazırlanmış özel kıyafetler var, her "size" ın farklı meraklısı var. bir fetiş nesnesi midir? evet, kesinlikle öyledir.
bir denge unsuru mudur peki? aslında değildir, iyi incelersek (izin verirse sahibi) yan yana duran ikisinin bile birbirine tıpatıp uymadığını görürüz. iyi bakılırsa canlılığını korur mu? evet,korur, bir bahçe gibi de düşünebiliriz bu aşamada memeleri.
en hassas soruyu sona sakladım, "çok oynarsak bozulur mu?" evet, her hassas şey gibi formu da ayarı da bozulabilir. tadında bırakalım.

Monday, October 06, 2008

Borsa Çökerken

Şimdi efendim, eğer kurgusunda (kaderinde) "çökmek" de varsa, çöktüğüne hadi üzülmemek demiyelim de, şaşırmamak gerekir en azından.Ünlü Türk düşünürü Nasreddin Hoca'nın dediği gibi : "Doğurduğuna inanıyorsun da öldüğüne neden inanmıyorsun?"



Durum basite indirgenmeye son derece müsait:Birilerinin elinde para var, çok para, bu parayı bir takım adamlar alıp başka ihtiyacı olanlara veriyor, ve bu işten her halukarda kar ediyor. Edemezsin efendim, bir yerde gelip tıkanır. Tıkanacağını (teorik olarak) kendileri de biliyor, bu eşşoğlueşşeklerin çoğu dünyanın en iyi okullarından mezundur. Pratiğe gelince, bir ağlama, bir feryad. Durum basite indirgenemeyecek kadar da önemli, parası az ve idarecileri (bizimki gibi) cıvık ülkelerde bir sürü insan fazladan yoksullaşıyor, bir sürü çocuk sokaklara terkediliyor, bir sürü kadın orospu oluyor. Neden? Bazı adamlar parayı da tıpkı bir mal gibi döndürüp dolaştıralım derken testiyi ellerinden düşürdükleri için.



Bu yorumu günlük gazetelerden birisinin internet sayfasından aldım. Yazanı tanımam, ama bana uydu son derece: "Adamlar ellerinin arasına başlarını koyup düşünüyorlar ya, keyif alıyorum.1500 dolara öğle yemeği yiyorlarken milyonlarca yoksul kuru ekmeğe muhtaçken dünya umurlarında değildi.Biz zaten alışığız.Yoksulluk kaderimiz değil ama bu adamlar yüzünden,üretmeyenler yüzünden zordayız. Yazan:Ahmet Baş"

Sunday, October 05, 2008

Laura Nyro

Laura Nyro, bugün ne doğum ne de ölüm yıldönümü. Ama hep aklımda. Kıymet kadir bilmemenin ne kadar fena bir davranış tarzı olduğunu müzikseverin yüzüne çarpan albümleri var, "daha iyisini bulursan ona takıl" diyebilecek kadar iyi (dememiştir muhtemelen ya) sahne performansları var, soul, jazz, gospel,folk, hepsinde yazılmış birbirinden güzel şarkılar var, üstün bir piyano tekniği ve adamı alıp götüren bir vokal var...ammavelakin albüm satışı, ilgi, sevgi, merak yok..." lan müzik dinleyicisi, o...çocuğu musun sen?" diye sormak geliyor ara sıra aklıma? Neticede Laura Nyro 1997 yılının Nisanında 50 yaşında kanserden öldü gitti. Plaklarını sorduğum bir new york plakçısı bakışlarını değiştirerek ve uyuşuk gözlerini parıldatarak bakmıştı bana. Bu parıltı, Laura Nyro'ya ait işte. Plaklarını almasanız da , adını hiç anmasanız da, azınlıklar ve onların gizli kodlarında bir parıltı olarak yaşıyor, Nyro ve onun gibiler.

Wednesday, September 24, 2008

Darwin'e Duyulan Öfke

Darwin'i tanımam etmem, ama sanırım şöyle dediği için çok kızıyorlar kendisine. "Artık maymun değilsiniz, dolayısıyla bu yaptıklarınız, söyledikleriniz maymuna yakışsa da size yakışmıyor"

Tuesday, September 16, 2008

RICKLER ÖLMEZ!

pink floyd...tıpkı şimdi adlarını vermek istemediğim başka birkaç grup gibi onlar da gözüme bir müzik topluluğu gibi değil de bir serüvenin elebaşları gibi gelirdi. dinledim, etkilendim, çok sevdim, söz söyletmedim, sıkıldım, uzun süre ara verdim, yeniden dinledim, eskisi kadar sevmedim, yine ara verdim, daha eskilerine gittim, yeniden sevdim...pink floyd benim için gel-git lerle doludur. "nasıl adamlardır bunlar, hele ki ilk dönemlerine müzik yaparken neler hissederlerdi,aralarında ne konuşurlardı" diye merak ettim durdum. rick wright; orgcu, klavyeci, öne çıkmayan adam, syd'den sonra grubu ilk terkeden adam, sonraki birleşmelerde ortalarda hep...rick artık yok. muhtemelen rock'n roll cennet çayırında syd ile akşam çayı içiyorlardır. bizim gençliğimizi de yavaş yavaş öldürdüklerini bilmeden, göçüp gidiyorlar.

Monday, September 08, 2008

Marquee Moon

1970'lerin new york'u nasıl bir yerdi acaba? gidip ortamlarına dalamadığımıza göre, muhtemelen bize nasıl gösterildiyse öyle bir yerdi. en azından bizim için. müzik kısmına bakacak olursak, ingiltere hareketli, amerika'da soul-funk almış yürümüş, rock adına 10 sene önceki müzikleri biraz değiştirip çalmak dışında pek bir şey yapabilen yok. metal ingiltere'den fırlamış, punk'da oradan fırlayacak, amerika kendi orta sınıfının bayıcı müziği ile ikindi uykusuna dalmakla meşgul. tam bu sırada fırlıyorlar işte, belki de beach boys a tersinden gönderme yaparak neon boys adını alıp. sonra television oluyorlar. aslında television demek amerika demek. ama referansları avrupa, esas adamları soyadını "verlaine" yapıyor ve macera başlıyor. patti smith müzik aleminin içindedir, cbgb adında bir klüpte çalıp çorba parasını çıkartmak mümkündür, şarkı sözleri eski şairlerden gelen esintilerle yazılır, bestelerde 60'ların sıkı grupları ve uzun rifflerde john coltrane imdada koşar. ama işte gitar tonları, uzun, temiz, bir pırıltı ile bir iniltinin kesişme noktasında çok özel gitar tonları. uzun tekrarlar, nevrotik bir vokal,normali buymuş gibi anlatılan rahatsız temalar. işte television ve belki de en iyi albümleri, marquee moon.

Saturday, September 06, 2008

"Blog ihmali ve istismarı " suçundan bana kesilen cezamı vezneye yatırdıktan sonra yeniden yazmaya başlıyorum. Sabah sabah bir Nico albümü ediniyorum. Aklıma sakin bir cumartesi sabahı için türlü çeşitli müzikler gelse de, nedense Nico hepsinden iyi ses veriyor. Bu kadın iğreti idi, sallanırdı, yalan söylerdi, ingilizcesi bozuktu, sesi kötüydü, şuydu buydu...Yine de Velvet sonrası kensisine çok özgün bir yer bulmayı başardı.İşte şu anda çalan "Camera Obscura" son derece güzel bir albüm. Her türlü piyasa ilişkisinden ve ticaretten uzak son derece kaliteli albümleri var. Referans olucu, ufuk açıcı. Alman olduğu için mi sanattaki bu yaratıcılığı, bilemem? Bisikletten düşerek ölen ilk ve tek müzisyen olmak gibi bir ayrıcalığı da var, orası işin tatsız kısmı. Nico dinliyorum, beni yanıltmıyor, yaptığı müzik Velvet'ın uzağına gitti yıllar içinde, ama çok hoş, bambaşka bir ses. Her gün dinlenmez bu, özel günlerde dinlenir, tıpkı Talk Talk'ın "Spirit of Eden" ı gibi, Orange Juice'ın "Texas Fever"ı gibi. Nazz'in ilk albümü gibi...Üşenmeyip bunları da yazayım. Hey blog, geri döndüm!

Wednesday, August 13, 2008

prag,sisli sehir...insan burada kaybolabilir,kaybedebilir, kazanamaz pek, rantin ve kazanmaninsehri degil gibi gorunuyor...karl kopruunden gecerken hradcany deki evindegeceyarisi max brod ilebulusmak icin cikn kafkaydusluyorum...prag turislerle dolmus, bir yuzyiloncesinin o muhtesem siyah beyazligini yitirmeyebaslamis...almanca ve cekce degil bambaska turistdilleri konusuluyor sokaklarda...kucuk hediyedukkanlari, satilik bir suru ivir zivir. bir nevihayvanat bahcesi sendromu...ne mi demek bu? hayvanatbahcesindeki fil ne kadar fil ise prag da o kadarduslerimin sehrine uydu goruntusu ile...ama yine de,kafka, isgaller,jiri menzel in o unutulmaz filmi: "sIkdenetlenen trenler"...slav ve germen kulturlerininarasinda kalmis,jan palache in kendini yaktigi vaclavmeydani...gezmesi kolay bir sehir, anlamas zor...josefov...yahudi mahallesi...golem efsanesinin dogdugupinkus sinagogu, haham Low un korkunchikayeleri...karanlikta gri beyaz sokaklarda golem ingece insanlarin onune cikip onlara yasamlarinin sonbuyuk korkusunu yasattigini dusundum...ne guzelbiroyku, hele ki anne sozu dinlemeyen yaramaz cocuklaricin...
10.11.2003

calisma odasinin perdesini aralik birakmisim (oysa sIkIca kapatmaliydim) camdan disarinin karanligiabakiyorum simdi biryandan da,karsidaki yasak bahceye... Kocaman agaclarin siluetleri gorunuyor bahcenin birkenarinda, ruzgar esiyor, ellerini acmis isimsiz bir tanriya yalvarir gibi sallaniyorlar... neredeyse butun yapraklaridokuldu sonbaharla ama yine de ruzgarda kipirdayan yapraklarin sesi geliyor sanki... bir hisirti,sonra sessizlik...tek tuk arabalar geciyorama biliyorum ki 1-2 saat icinde herke uykuya dalacak, sonra ben pencereden uzaklara bakip bu karanlik kent ormaninda bir fener arayacagim...
disarisi soguk olmali, sokaklarin sessizliginden anliyorum bunu!
hergun gectigim sokaklar,ellerim ceplerimde surekli...

Golem Efsanesi ya da çamurdan adam yaratmak

işiniz ne, okuyun!

"That is what I will do!"; Rabbi Loew said tohimself. "I will create a Golem to help the peoplewith their work. Then the grownups will not be sotired at the end of the day. And the children willhave time to play. A Golem could also patrol the cityand keep law and order.""How much will a Golem cost?" Great Rabbi Loewwondered. Then a big smile came on his face. "Having aGolem will not cost much," he said. "A Golem will noteat, drink, or work for money.""But how can I make a Golem?",thought Great RabbiLoew. He began asking all the great thinkers he knew,"Do you know how to make a Golem?" From door to doorand store to store he went, asking, "Does anyone knowhow to make a Golem?"One night he was reading the Cabbala, a holy book,and learned how to make a Golem. The Cabbala said, "AGolem must be made of the sticky clay from the bank ofthe Moldavka River. Make the face, hands and feet outof clay. Roll it over on its back. Walk around theform of clay from right to left seven times." As youwalk around the form, shout, "Shanti, Shanti, Dahat,Dahat!"
10.01.2005

geçen cumartesi posta caddesinden aşağı yürüyordum, elimdeki torbalar elektronik alet edevat dolu, birden yürüyormuşum değil de, sanki iki kolumu yana açsam uçabilirmişim gibi hissettim. bir duyguydu, geldi geçti, neydi acaba???

Wednesday, July 02, 2008

ilgisizlik

blogum okunmuyor...hadi "az okunuyor" diyeyim. ..çok az...zaten şuraya yazdıklarımdan kime ne. üç beş fikir karalaması dışında kimsenin derdine derman olacak birşey yazdığım inancında değilim. dünya bloglardan yönetilmediği gibi, kurtarılmıyor da. benim blogum değil mesele, genel anlamda hiç bir şey okunmuyor...otobüste, metroda filan, ellerde tutulan ucuz bulvar gazetelerinin bile okunmadığını farkediyorum. eskiden karşı sırada oturan adamın gazetesine kaçamak bakışlar fırtatılırdı, özellikle de şehir katları vapurunda. o bakışlar da yok artık, herkes önüne eğmiş kafasını, bir tür uyanık uyku durumu içerisinde. iyi bi rgünümde isim metroda açıp birşeyler okuyorum, her seferinde de alışkanlık oldu, kitabımı açmadan önce "başka okuyan var mı?" diye hızlıca vagonun içine göz atıyorum. Genellikle hiç yok, bazen de belediyenin dağıttığı ücretsiz gazetelere bakanlar oluyor. Haftada bir ya da iki kez kitap okuyan biris oluyor vagonda, ve çoklukla kadın oluyor. "kadınlar okuyor" diyelim mi? metroda en azından, evet, ellerindeki de roman ya da öykü kitabı oluyor genelde. "ne bakıp duruyorsun lan öküz" denme tehlikesini de göze alarak okuduklarına iyice bakmaya çalışıyorum, kitabın adı, yazar, vs.

okunmuyor, ve doğal olarak, bilinmiyor...bilinmezler çok arttı, nasıl bir yağmur kaldıracak bu gemiyi bakalım?

Friday, June 27, 2008

şimdi yine geçsen o kapılardan
yirmibir yaşın güzelliğine kanarak
uyanıp uzun uykularından
bir sessiz yerinde izmir'in, unutulan
her gün yanından geçen yabancı yüzlerde

bilmezler, ben bilirim ama, hiç kimse söylemeden

ufuklara dalar gözlerin
yorgun adımlarda çamurlu toprak
isimsiz dağlarda olursun yine
bir çiçek sol elinde
bir filinta belki de

Wednesday, June 25, 2008

sona kalan çocuklara

bir kere mutlaka yaz geceleri, ama yavas yavas sogumaya baslayan yaz
geceleri olur bu.Saatler giderek ilerler, gec olur, anneler babalar
merak eder.Sonunda, artik cocuklarin da oyunun ilk heyecanini yitirdigi
bir anda iclerinden birisinin annesi bagirir, "eve gel yavrum" diye.O
gider.Digerleri oyunu surdurmeye calisirlar, ama birazdan diger anneler
de cocuklarini bir bir cagirmaya baslarlar.Sayi azalir, azalir ve en
sonunda iki kisi kalirlar, oyun biter.Daha dogrusu bitmez de yarim
kalir.Bir sonraki gece icin, bir sonraki yaz icin ya da bir sonraki omur
icin konusmadan anlasir son kalanlar, ve oyunu birakirlar.

O son cocuklar biziz iste.
Biliyorsun degil mi bunu.istersen sessiz usulca eve gidelim artık, belki bizi de merak ederler, gec oldu bak...
Ustelik
karanliktan da korkuyorum ben.

Monday, June 23, 2008

günlükten

21 Nisan 2003

haftasonu nihayet tek başıma da olsa çaldım, bir süredir bir atalet vardı üstümde.
Evren'i de arayamadım, şu aralar en çok sokakta yürümeyi özlüyorum ve boşluk bulunca hava nasıl olursa olsun yürüyorum. Kitap okumak filan da hakgetire..bir "motivatör" bulma telaşı içindeyim, sanki ölüp gidecekmişim de sırattaki imtihanda o okumadığım kitaplardan sorulacakmış gibi:)) uda sardırdım bir de...akordu falan tutmasa da free makamda çalıyorum, "yetti gayrı "sesleri evde hakim olana dek. ama yapacağım müzik udlu bir müzik değil. gitarlı bir müzik. udla iyi film müziği yapılırmış ama, onu farkettim. biraz kayıt yapmalıyım. evde ferah bir mekanım yok ya da içim ferah değil. ev albümleri...home recordings yani...bu bir adam var, babybird müydü ne, onun gibi işte.yarın yine konya. akşam ev.23 nisanda Cem ispanyol dansı yapacak, kadrajı kaçırmadan çekmem lazım. ne de olsa eski kısa filimciyiz, değil mi?

Monday, June 16, 2008

BABALAR GÜNÜ


babamın beni sevdiğinden hiç şüphe etmedim. benim onu sevmediğim, ona çok kızdığım, hatta çeksin gitsin istediğim zamanlar oldu. o da çekip gitti zaten, kendi tercihi böyle olmasa da.
bu şiiri de bitmek bilmeyen ayrılıklardan birisi için, ilk ayrılığımız için yazmıştı :
................................................
Bir gün resmini çizersen –ki herkes Babasını
biraz ördeğe benzetir, saksağan rengi boyar–
Önce bir yumurta yap, belirt bıyıklarını vurgula
Yüzünde harfler vardır, onları çat birbirine
Oku bu kalemin anlatamadığı sıtmayı
Onun yüzü melez Anadolunun en verimli
Kazı yapılacak bölgelerindendir

Ergin Günçe -1966

Sunday, June 08, 2008

ULUER AYDOĞDU

BAŞLAYINCA RÜZGÂR

"Kadınlar mı?
Onların ısırığıyla ölebilirsiniz,
ama hayatınızı onlar hakkında
kötü konuşarak kirletmeyiniz."
Jose Marti

başlayınca rüzgâr
başlayınca
gökyüzü
o kılçıksız deniz
anlayacaksın
içinde özgürlük
içinde sevinç
içinde aşk akan cinnetin
kabarışını
taşmasını
bunlar ne ki
gamzelerinde füsun var senin
ellerinde sihir ve ışık
soyum
sana yaklaştıkça zenginleştim
mavileştim
arkana bakma
cehennemde bir yüreğim
kuzgun konuşmaya başladı
çekil kendi önünden
buyurdun: mum gibi erimeye başladı yol
söyle herkese
sonsuz bir aşkın malzemesinde:
kor bir hasret bol tanrılı
yağmurlarla yıkanmış akşam üzerleri
kucağına doğduğun ay
gökyüzü söylemiştir bunları
daha fazlasını
kanı, patikaları, şarabı
çekil kendi önünden
soyun
soyunabildiğin kadar tenden
atarak şehir girişlerini ve alçaklıkları
soyun
beklemelerden
-bütün bekleme salonları dinamitlenmeli
dudaklardan seni öpmesini istediğin
dünyadan
ölümden
hakikati isteyerek
gece, bir kısrak, kurşuni
alnına bir nehir
içimde kuzgun
dudaklarımda öfke
ellerimde poyraz
bir vazgeçiş bu
ölüm
kabulümdür
aşk, bıçağın ışıltılı yüzü
çıkıp zaman ve mekândan
ama hakikaten çıkıp iskelet ve tenden
bankalardan ve vitrinlerden çok uzakta
kıyısında cehennemin
gelip öp beni kasıklarımdan
yükselerek sis ve gürültüden
tanrının peşinde
aşkın
göster bana ejderimi
misketler çıksın ortaya
periler ve cinler çıksın
sen
soyun
dinsin
ağrıyan yeri kâinatın
hülya atmaca
hülya güvercin
hülya su
sen ötelerde yüzüyorsun
Lamartin'in gölünde
istesen de ağlayamazsın
yağmurun gözleriyle baktım sana ahh
tanrının gözleriyle
aşkın
soyun
ve
bırak
sen maria'sın bilmiyorsun bunu.

Uluer Aydoğdu

TUĞRUL ASİ BALKAR

ANLAT DERDİ ÇOCUK

Baba bana Balıkçı'yı anlat, derdi çocuk.
Kıyıda ahşap iskelenin gıcırdayan tahtalarının üzerinde, denizi tanımaya başladığı
günleri anımsayarak. Denizi. Babasının dayısını geri vermeyen, koynuna alan gizemli
denizi. Elimi tut baba, bırakma.
Baba Bana Balıkçı'yı anlat, derdi çocuk.
Dedemle dostluğunu. İncelikli, yürekli, onurlu. Tükenmeyen, insanca.
Birlikte nasıl balığa çıktıklarını. Nasıl birlikte rakı içtiklerini. Denizi içer gibi
yudumladıklarını. Denizde buldukları bombayı. Elimi tut baba, bırakma.
Baba bana Balıkçı'yı anlat, derdi çocuk.
Kayagölgelerini, mimozaları. Saçlarına, Balıkçı'nın yetiştirdiği mimozaları takan
Bodrumlu kızları. Onbiray çiçeğini, karanfilleri, yaseminleri göz nuruyla sevgiyle
büyüten kadınları. Balıktan dönen balıkçıları. Fil kulağı süngerleri sırtlamış
süngercileri. Ötelerin Çocukları'nda sancısı tutan kadını. Hani Ötegillerin Elif'i.
Okusana yeniden, işiteyim senin Giritli göçmen dilinden. Elimden tut baba, bırakma.
Baba bana Balıkçı'yı anlat, derdi çocuk.
Mavi Sürgün'ün gözleri mavi değil de çakıra çalardı hani. Mahmut nerelerde? Aganta
Burina Burinata! Haydiyin engin denizlere! Aliş'im bekleyedursun. Kerimoğlu kıyı
boyu gelir mi, haggat tıp tıp eder mi zenginlerin üreği. Elimi tut baba, bırakma.
Baba bana Balıkçı'yı anlat, derdi çocuk.
Çocuk düşlerinde, mandalina bahçeleri arasında Çakır Ayşe. Yoksa o da mı
Bodrum'un gök rengi bulutlarından bize bakmakta. Babası sefir, amcası vezirmiş,
doğru mu baba? Deli Davut, niçin giderdi Gülen Ada'ya? Pegas, Pegasus kıpkırmızı
kahkahalarla baba. Elimi tut baba, bırakma.
Baba bana Balıkçı'yı anlat, derdi çocuk.
Kalenin içinde saraçlar, kavaflar, dükkanlar varmış eskiden. İp satıcıları. Balık ipi de
satarlar mı baba? Balıkçı'nın oturduğu apartımanın adı Merhaba imiş, gerçek mi?
Elimi tut baba, bırakma.
Baba bana Balıkçı'yı anlat, derdi çocuk.
Kıracı misgillere, bozkırı şenliğe dönüştüren kimdi? O kıyıboyu ağaçlarını, o
palmiyeleri diken kimdi? Şimdi, niçin kesiyorlar? Korkuyorum. Elimi tut baba,
bırakma.
Baba bana Balıkçı'yı anlat, derdi çocuk.
Büyüdü. Babası yine de elinden tutuyor. İçinde bir türlü büyümeyen çocukluğunun
elinden. İçinde bir türlü dinmek bilmeyen deniz sevgisinin elinden. Doğa sevgisinin
elinden. Tarih sevgisinin elinden. İnsanlık sevgisinin elinden.
Şimdi, ikisi de, birbirlerinin ellerini daha bir sımsıkı tutuyorlar, betonla çoraklaşan,
bilisizlikle boğazlanan ağaçların gözyaşlarını yüreklerinde duyumsayarak. Daha bir
sımsıkı. Elimi tut, bırakma, demeden.

Tuğrul Asi Balkar

Thursday, June 05, 2008

MAHZUN DOĞAN'a SES VERELİM

BAĞIŞLANAMAM

Gençliğimin kenar süsü yazlık sinemalar
Çınaraltı, Ülkü… Beyazperdeden arkadaşım Melike Demirağ
Gecelerimi aydınlatan ayışığı, bağışlama beni
Kırk yıl damarımda açan çiçek, ey güzel ütopya
Bağışlama. Bağışlanamam.

Taş duvarları Demirci hapishanesinin
Avlusunda güneşi öptüğümüz fotoğraf
Dilimden düşmeyen slogan: Bir ki…
Çocuk bakışlarımı güzele boyayan
Eskimiş yanlarımı onaran yeşil vadi
Beş yüz yıldır kalbimi ısıtan Mona Lisa

Sevdiğim kadınların dokunduğu kapı zilleri
Sen de ey kayısı ağacı, gövdene dayayıp sırtımı
içtiğim şarap: Öküzgözü, Buzbağ
Alnımı okşayan akşam rüzgârı, saçımı savuran
Ekmek torbamda taşıdığım kitap: Memleketimden İnsan Manzaraları

Dikiş tutmaz yaram, ruhum yama istemiyor
Yalvarsam, yıkar mı ıslığımı anılar?
Sorularım bana bıçak, sorduklarıma meze
Yorgunum, ne yana kulaç atsam

Artık ne bir liman, ne bir güneş
bir daha doğup batmak üzre
Kaldığım yer neresi, kuş olsam
fenerini söndürür gök, yağmur boşanır
Bir saçakaltı bulamam

Bırakayım bir boşluğa, sallansın bedenim
Ya da uzan elim uzan, yastık altında uyuyor revolver

Mahzun DOĞAN

Friday, May 30, 2008

SİNAN

Sinan bize şöyle söyler, söylemiştir belki de
“Annem beni bir yaz ölümüne
“Çiçekler gibi hazırlamıştır
“O bizi okullara havuzlara gönderdi
“Emeğin koca kafalı bilgilerine
“Güvercinliğine suların ve taze
“Ben ta dağlara kadar yükseldim
“Orda beni vurdular ve ben hiç ağlamadım”

Thursday, May 29, 2008

uykum var
kahve içmek istiyorum
birdenbire anladım ki
uzun süredir aşksızım

yeni sabahlara
yabancı yüzüm.

elimde sigara
yağmur altında
istasyonda beni bırakıp
giderken hüzün.

Tuesday, May 27, 2008

Loş bulutların arasında güneş utangaç bir çocuk gibi görünüyor. Öylesine masum, öylesine doğal ve yalnız...Böyle havalarda içimi kaybetme korkusu kaplıyor hep...Sevgisine inandığım, omzuna yaslanmanın huzur verdigi kim varsa onu kaybetmek...
25.10.03 ( bir candostun isimsiz günlüğünden)


Friday, May 23, 2008

o günden kimse bana bugünü söylemedi. güzel bir bahar günü olmalı. yokluk ve bolluk birarada. korkular, endişeler, tedirginlikler, ve fırından yeni alınmış ekmek tazeliğinde fikirler, umutlar, bilmemenin şaşkınlığı ile keşfetmenin mutluluğu bir garip harmana dönüşüyor. bira var, sigara var, futbol var, müzik var, kadınlar yok henüz, sadece uzaktan beğenmek serbest. gülüyoruz,içimizden geldiğince gülüyoruz.oysa bir büyük eylül fırtınasının tam eşiğindeyiz.

Wednesday, May 21, 2008

kalbim bu sessiz sonbaharda
bugün atlaslara inanma sakın
düz bir tepsidir dünya
yolun sonuna ulaştın artık
güzel bir durum kıyısındasın
bir kırmızı fenersin bir hayli dokunaklı
uzayan kar tipisi altında
kalbim, dağların kaybolmuş senin
kurtlar falan inmiştir bembeyaz ovalara
bir ağlayışı sustuğun belli
şarkılarını söylerken
kalbim göller bölgesindesin
ne olur gölgeli yollardan yürü
avcısın, çünkü bir orman içindesin
sulardan içiyorsun, meyvelerden yiyorsun
tırmanmak istiyorsun bir tepe daha
güleçsin nedense bir çocuk gibi
köpeğine gençliğini anlatıyorsun
güneş bir portakal çığlığıyla battı
tutukluk yapıyor kırma tüfeğin
derme çatma kulübenden uzaksın
kalbim bir telgraf çek kendi kendine
seni bekliyor son yolculuğun
ilk karakola teslim ol ya da
köpeği bir dostuna emanet bırak
ormanda bir köşeye göm fişeklerini
anıları bir müzeye gönder istersen
bunca yıl yaşadın yakalanmadın
güzel suçlar işledin bir tarih oldun artık
eğer bana sorulacak olursa
her hüznü her sevgiyi ayakta alkışladın
gül kökünden bir pipo
bir yasemin ağızlık
yadigar kalsın bezirganbaşı
tüm avcılara yadigar kalsın"
ergin günçe

Saturday, May 17, 2008

gittiğin yerden unutma
mektup yaz muhakkak
serin olur akşamlar
eski bir hırka al üzerine
üşüme

Wednesday, May 14, 2008

SONSUZA DEVRİM YAZMAK

Konser vardi 7 MAyis'ta, KursunKalem konseri.Ciktik caldik indik, iyiydi,hostu. Konserden sonra adetim uzre oteki gruplari izledim. Standlari felan dolastim, simit yedim, cay ictim. Sonra... devrim vakti yaklasti. Uzun, upuzun, adeta 12 Eylul oncesine ait bir kortej gecti onumuzden. En onde Mustafa Yalciner'in pankart tasidigini gordum saskinlikla. Cok uzun bir kortejdi, hem sasirdim, hem sevindim (bana nooluyorsa? ). Eski merkez gruplar sanirim aynen devam,adlari degismis sadece. Ama GL hareketi, Trockistler, bir buyuk bir kucuk anarsist grup, kurtce slogan atan ama YDG olmayan (cizgisini de anlayamadigim-TKP/ML olabilir) baska bir grup, bekledigimden cok kalabalik bir TKP korteji, adini sanini ve fikriyatini tasidiklari pankartkardan ve attiklari sloganlardan dahi hic anlayamadigim bazi baska gruplar... sirayla gelip gectiler. Stadyuma dogru yuruduler, devrim yazisini yazmak icin.Bir yandan da son sahne alan rock grubunun sesi geliyordu.Rock dinleyenlerin devrime, devrim isteyenlerin rock a ilgisini zayif buldum, bunu da anlamadim.

yarinlik bu kadar

Friday, May 09, 2008


SOKAKLARDA SESSİZLİK

BİR BÜYÜK

İSYAN

şafaktan önce suskun

mavi yağmur kuşları

bir alaca kızıllık

ufuklar ötesinde


Tuesday, May 06, 2008

DENİZ YUSUF HÜSEYİN

Deniz Gezmiş...adını duydum hep, ama hiç görmedim. O yılların yakışıklı kahramanı idi. Çocukar oyunlarında Deniz Gezmiş olurlardı, başrol onundu. Hüseyin, babamın öğrencisi. Birkaç kez görmüş olmalıyım, sakin sessiz, sözünü dinleten bir ağabey görüntüsü ile kalmış aklımda. Ama Yusuf, Yusuf öyle mi...Her an kapı çalınıp da içeriye mahçup yüzü uzanıverecek gibi. Ulucanlarda babamla görüşe birlikte gelen Yusuf,yanında sessiz güleç oturan tüm açık görüş boyunca, uslu durduğum zamanlar ödül olarak götürüldüğüm ODTÜ'de idari'nin bahçesinde dolanırken rastladığım Yusuf, bir haftasonu kapıyı çalıp babama kitap getiren Yusuf, hep güleryüzlü, hep çekingen, bir yandan da arkadaşlık kurmaya hazır. Sonrası, gazetler, takipler, mahkemeler, uzun beklemeler...idam kararı, umutlar umutsuzluklar, bir cumartesi sabahı eve gelen gazeteler. Çocuklarını yiyen bir vahşi ülkenin idrakine varma durumu, daha dokuz yaşında.

Thursday, April 24, 2008


isli bir kentte tükeniyor soluğu
aklını çeşme'de bir kumsalda unutmuş

sarı saçlarını döken alnına
isimsiz bir sevgili
izmir kokar dudakları
hatırlatır öptükçe geri
dönmeyen bir çocukluğu

Thursday, April 17, 2008

Kurşunkalem ve Lahanadan Gitarist Dadal

ORMAN

ORMAN

Ormanın ucu mavi yalnızlığa değiyor
Bir de ırmak vardır orada diye
Güneş parçalarına basarak geçtim
Gölgeli İkindiye
Kurumuş bir dere yatağı
Sırtı çürümüş bir sandalye
Arasam kayaların arkasına gizlenmiş
Mahcup bir gülümseme bulurum belki
Ağzından öpülünce canlanmayan
Solgun bir aşk belki de
NeyseDünü yazan taşlarda okudum kuytu yarını
Ve yaslandım dünyanın yosunlu yerine

Nuri Demirci, Akatalpa, Kasım 2007

(Bu şiiri çok sevdim, o nedenle burada...telif filan gibi birşeyi ihlal etti isem ikaz edin, hemen kaldırırım.)

Tuesday, April 08, 2008

İSA İLE KONUŞMA

isa: bir batağa saplandım, bir açmazdayım
veled: kendinde yeni bir hal arama, biz durumları ararken durumlar bizi bulur genellikle
isa: bu da güzel bir öneri...
v:olay kendinde geçiyordur o zaman...giden bir sevgilinin bunda payı olmayabilir
i:mükemmel
i:bunu bekle defterime yazayım
v: o deftere artık yazı yazılmasına izin vermiyorlar !
i: ama işte en son geldiğim nokta bu sen çok iyi ifade ettin
v:yaşadığının farkına varmak gerekiyor...olayı mutluluk mutsuzluk ekseninde hareket etmekten başka gayesi olmayan bir sarkaçın zulmünden kurtarmak lazım.
i:yaşadığının farkında olmak nedir? diye sormam gerek senin açan zihnine
v: bana soruyorlar bazen gafiller, "mutlu musun " diye... "hayatı ölçmede farklı bir metrik sistem kullanıyorum" diye cevap veriyorum
v: yaşadığını anlamak budur işte
i: farklı metrik sistem o sarkaçın zulmunden kurtulmakla kurulacak birşey olmalı ama yine de yaşadığını anlamak nedir diye sorarım
v: evi terketmeden önce ortalığı toplarsın ya...bir telaşla..acelen vardır, toplarsın çünkü geri dönme beklentisi de vardır...
i: ...
v: yaşadığını anlamak budur işte...gitmek istemek ve geri dönmeyi ummak
v: nereden mi?
v: heryerden
v: olmadığın yerlerde olmak isteyip...olduğun yerlerden uzaklaşma duygusu...
v: atatürk ilkeleri
i:ne demek o? nereden çıktı şimdi?
v: pardon, yanlışlık oldu,başka birşey yazacaktım...
i: gitmeden kaldığın yerden diyorum iki laflasak
v:evet,ama seni tanımakta zorlanabilirim.
i: işaretler var,izler
v: heryerde var onlardan, neyse, sen beni tanırsın olmazsa, bu da bir yöntem.
v:hareket tarzlarından mı konuşuyorduk?
i:felsefe yapıyorduk
v:çamurdan küçük evler gibi mi?
i:senden fikir alıyordum
v:tuzakları konuştuk mu?
v:ormandaki yürüyüşleri hatırla
i:hatırlıyorum
i: sen tek başına değil miydin ormanda?
v: bana "hep yanımda olacağını" söylemiştin, uzun bir geceydi.
i: çok kişiye söyledim, bazısı da yanlış anlar hep
i:tuzaklar ne idi?
v:orman aslında tüm yaşamın bir yansıması...bir prototip
v:ormandaki her şeyi uyarlayabiliriz...
v:yansıtma ve dönüştürme işe yarar bazen
i:tuzaklar?
v:ormanda tuzaklar
v:iki mesele var tuzaklarla ilgili
1. varlıklarını bilmek
2. yerlerini
i:eeee
v:ormandayiz, şu anda tuzağa düştün sen!
i:????
v:tuzaklarda takılıp kalan vahşi yaratıklar biliyorum
v:orada unutulup kalmışlıkları da vakidir
v:halbuki bu tuzaktan çıkmak mümkün.
v:bu bir akıl tuzağı
i:I am still not with you

v: dil değiştirmekle tuzaktan kurtulamazsan. o seçtiğin dil zaten tuzakların dili...
i: gitmeliyim, çağıranlar var.
v:söyle buraya gelsinler
i:gelemezler
v:ara verelim
i:verdik bile

---

Friday, April 04, 2008

Güzel şiir, zor adam...bakalım tamamını okuyup "okudum efendi" diyen çıkacak mı?

Homage to Mistress Bradstreet
by John Berryman
[1]
The Governor your husband lived so long
moved you not, restless, waiting for him? Still,
you were a patient woman.—
I seem to see you pause here still:
Sylvester, Quarles, in moments odd you pored
before a fire at, bright eyes on the Lord,
all the children still.
‘Simon ...’ Simon will listen while you read a Song.
[2]
Outside the New World winters in grand dark
white air lashing high thro’ the virgin stands
foxes down foxholes sigh,
surely the English heart quails, stunned.
I doubt if Simon than this blast, that sea,
spares from his rigour for your poetry
more. We are on each other’s hands
who care. Both of our worlds unhanded us. Lie stark,
[3]
thy eyes look to me mild. Out of maize & air
your body’s made, and moves. I summon, see,
from the centuries it.
I think you won’t stay. How do we
linger, diminished, in our lovers’ air,
implausibly visible, to whom, a year,
years, over interims; or not;
to a long stranger; or not; shimmer & disappear.
[4]
Jaw-ript, rot with its wisdom, rending then;
then not. When the mouth dies, who misses you?
Your master never died,
Simon ah thirty years past you—
Pockmarkt & westward staring on a haggard deck
it seems I find you, young. I come to check,
I come to stay with you,
and the Governor, & Father, & Simon, & the huddled men.
[5]
By the week we landed we were, most, used up.
Strange ships across us, after a fortnight’s winds
unfavouring, frightened us;
bone-sad cold, sleet, scurvy; so were ill
many as one day we could have no sermons;
broils, quelled; a fatherless child unkennelled; vermin
crowding & waiting: waiting.
And the day itself he leapt ashore young Henry Winthrop
[6]
(delivered from the waves; because he found
off their wigwams, sharp-eyed, a lone canoe
across a tidal river,
that water glittered fair & blue
& narrow, none of the other men could swim
and the plantation’s prime theft up to him,
shouldered on a glad day
hard on the glorious feasting of thanksgiving) drowned.
[7]
How long with nothing in the ruinous heat,
clams & acorns stomaching, distinction perishing,
at which my heart rose,
with brackish water, we would sing.
When whispers knew the Governor’s last bread
was browning in his oven, we were discourag’d.
The Lady Arbella dying—
dyings—at which my heart rose, but I did submit.
[8]
That beyond the Atlantic wound our woes enlarge
is hard, hard that starvation burnishes our fear,
but I do gloss for You.
Strangers & pilgrims fare we here,
declaring we seek a City. Shall we be deceived?
I know whom I have trusted, & whom I have believed,
and that he is able to
keep that I have committed to his charge.
[9]
Winter than summer worse, that first, like a file
on a quick, or the poison suck of a thrilled tooth;
and still we may unpack.
Wolves & storms among, uncouth
board-pieces, boxes, barrels vanish, grow
houses, rise. Motes that hop in sunlight slow
indoors, and I am Ruth
away: open my mouth, my eyes wet: I wóuld smile:
[10]
vellum I palm, and dream. Their forest dies
to greensward, privets, elms & towers, whence
a nightingale is throbbing.
Women sleep sound. I was happy once . .
(Something keeps on not happening; I shrink?)
These minutes all their passions & powers sink
and I am not one chance
for an unknown cry or a flicker of unknown eyes.

Sunday, March 30, 2008

K I Z I L D E R E

Kızıldere'den anladıklarım kısaca şunlar:
1.Karşı çıkış
2.Kuşatılma
3.Teslim olmama.
Şimdilik bu kadar...

Tuesday, March 11, 2008

bu benim
benden arta kalanlar değil
eski bir gölge vuruyor yüzüme

silinmiş bir iki çizgiden
daha fazlası değil
sokaklarda yürüdüm aklımda adlar
gidilmeyen kenar köşe evlerden
geriye dönüp bakmadığım
hiç doğru değil.

Monday, March 10, 2008

arkasından koşarken zamanın
yola dökülen çuvalda taneler
akılda kalan uzun bir rüzgar
çizgilerde eskiyen ütü tahtası

Saturday, March 08, 2008

SANA MEKTUP

Sana Mektup

Yaşlı babanı uğurladık bu sabah
son kalan birkaç arkadaşla beraber

Annen hatırlamıyor artık isimlerimizi
sürekli çay ve börek getiriyor

İçimizden birisi çekinerek
Pencereyi gösteriyor

Bildiri dağıtırken vurulmuş
Bir arkadaşın yüzü beliriyor
Yeni buharlanan camlarda

Kalkıp gidiyoruz daha sonra
sizin evde bir süveter ya da hırka unutarak
Dağılıyoruz kentin bütün sokaklarına
Ağustos 1998

Geceyarısı göl kıyısında

geceyarısı gölün kıyısından geçerken arabayı durduruyorum, konuşmadan anlaşıp yürümeye başlıyoruz. gölün yakınında değilmişiz
sandığımız kadar, yürüyoruz yürüyoruz ve çakıllarına ulaşıyoruz ay altındaki karanlık gölün. sen bir ses geldiğini söylüyorsun
gölün dibinden, ben o sesin yıllardır orada durduğunu (biliyorum) söylüyorum.

ortalık iyice kararsın diye gidip arabanın farlarını söndürüyorum, seni bir an seçemiyorum, sonra gölün üzerindeki küçücük
bedenin seninki olduğunu farkediyorum. Çırılçıplak yüzüyorsun. Senin yanında yüzmek değil sana böyle bakmak istiyorum,
gölün kıyısındaki ıslak çamurların içine oturuyorum

beni korkutacak kadar uzaklara ve derin yerlere gitsen de ben tutuyorum kendimi, çakıllar alıyorum elime, bazılarını senin icin,
bazılarını da kendim için ayırıyorum. sonra çakıllar birbirlerine karışıyorlar.
gölün karşı kıyısında parıldayan bir cift göz görüyorum, bunun bir tilki ya da kedi olabileceğini düşünüyorum. Derken sen
geliyorsun, ıslaksın, çıplaksın ve sanki hep bu halinle görmeye alışmışım gibi seni, sana bakıyorum. Hic daha önce böyle
görmemiş gibi. Çamurun içinde birbirinden farklı boyutlarda ayak izleri bırakarak yürüyorsun, kendi ayağımı o izlere koyup
eşlemeye çalışıyorum. bazen tıpatıp uyuyor, buna şaşırıyorum.

sen çalıların arasına giriyorsun, peşinden gelirken gördüğüm çiceklerin ve otların isimlerini merak ediyorum.ama bu isimleri bir
kitaptan okumak istemediğimi söyleyeceğim sana bir kaç dakika sonra.
su kuşları ilk ötüşleri ile şafak vaktinin yaklastığını bildiriyorlar. Yanıma geliyorsun, saçların ıslak, ayakların çamur içinde. iki elini
tutup kaşlarımı yukarıya kaldırarak mor bir gecenin sonuna uzanan ağaçların en yüksek dallarını gösteriyorum sana.
gülümsüyorsun.

Thursday, February 28, 2008

HAL ve GİDİŞ: SIFIR !

Her okul bir haylazlar okulu, her sınıf bir hababam sınıfıdır. Anılarda öyle anlatılır. Sınıflar çalışkanlarıyla değil, yaramazlarıyla, yaramazlıklarıyla anılırlar. Çalışkana gülünmez çünkü, yaramaza, yaptığına , hocaya verdiği cevaba gülünür. Haluk Reşat'ın fen bilgisinden aldığı 10 numara değil, Adıgüzelin kapıyı çalmadan güm diye içeri dalışı hatırlanır, ona gülünmüş ve azar işitilmiştir. Sınavlardaki sorular değil kopyalar konuşulur, çok özel yöntemler efsane gibi kuşaktan kuşağa aktarılır.

Soğuk bir Ankara sabahıdır, okulun camları kırık ve kaloriferleri yanmamaktadır. uzaklardan silah sesleri gelir, okula yürüyerek gelinir. Az sonra tek tek sıralar dolacak,başkan Zapo yoklama yapacak,olabildiğince gayrıciddi bir yoklama olacak bu, itişmeler, gülüşmeler, havada uçan kağıt topları, silgiler tebeşirler,korna ya da hayvan sesi çıkaranlar, sıralara vurup tempo tutanlar... ve ders başlayacak, ama hepimizin aklı hala yaramazlıkta,dersi veren hocanın otorite derecesine göre açıktan ya da gizli azmalar devam edecektir.

--sürecek--

Thursday, February 21, 2008

Tersanede Ölümün Güncesi

Sevgili Latif, senden izin almadım bunu bloguma koymak için. O nedenle "sil !" dersen hemen kaldırabilirim. Çatışma dönüp dolaşıp yine sermaye ile emek arasında oluyor, sanki çok eski bir kehanet gerçekleşir gibi. Ankara'da (büyük ihtimalle kısa sürede kendiliğinden dağılacak olan) bir avuç grevci işçinin üzerine -5 derecede su sıkılıyor. Birileri "uyanın" demek ister gibi sanki.

Tuesday, February 19, 2008

ULAŞ BARDAKÇI

Rasih Ulaş Bardakçı, 36 yıl önce Arnavutköy'de bir evde kıstırılıyorsun.Teslim olmuyorsun.
Yaptığının ne kadarı doğrudur ne kadarı yanlış, bunu her zaman doğru ölçemem. Ama işte bak, karşısına çıkıp "yeter artık" denmesi gereken o bozuk düzen aynıyla devam ediyor.Daha da bozularak, daha da yozlaşarak...

Sunday, February 17, 2008

Mark Knopfler'ın Son Albümü Üzerine...

"Mark Knopfler da kim dayı?" diyenlerin vatandaşlık işlemlerini iptal ettirip geçici pasaportları ile sınırdışı ettikten sonra konuya girelim yavaşça. şöhretini tamamlamış, sayısal ve sözel her türlü imtihanda ismini sınıf listesinin en tepelerine yazdırmış adamlar etiletlerini bir bir yere çarpıp küçük güzel işler yapınca bayılıyorum.mark knopfler tam da bunu yapmış, müdavimlerinden başkasının adını bile bilmediği bir barda bir avuç sarhoşa çalar söyler gibi, ve hatta kendisi bizzat o sarhoşlardan birisi gibi...iddiasızlığı ile çarpan bir ton, tarzı ve tavrı olan bir gitarist, bir şarkı yazarı, bir solist.belli ki knopfler'ın bu dünyayla ilgili dertleri bitmemiş.uykusunda konuşsa da dünyanın en mühim sözlerini edebilen kimsesiz bir yatılı okul talebesi gibi mırıldanıyor. albüm (muhakkak ki overdubbing olmuştur ..) sanki bir defada 8 kanallı artık çoluk çocuğun bile garajına bulunan bir mikserle kaydedilmiş gibi. Kapağına ayrıca kesildim, hatta kapağına albümü dinlemeden evvel kesildim. Sanki o vespalar demin söylediğim adısz orta sınıf barının önünde bir yerlere parkedilmiş.yağmurlu bir cumartesi öğleden sonrasıdır ve edilecek önemli sözler, içilecek biralar ve gidilecek uzun yollar vardır daha.

Monday, February 11, 2008

evet, yine yazılmayan bir döneme girmişim...sözün bittiği yer gibi tıpkı,yazının bittiği yerler ve anlar da var demek ki. denizli'ye gittim sevgili blog, seni götüremezdim yanımda. hem sen her gittiğin yere beni götürüyor musun ki? neyse, bu karşılıklı tavır yapma falsını geçelim hele bir yol. birşeyler izliyorum, birşeyler dinliyorum ve birileriyle birşeyler konuşuyorum, bunların hepsi birden bir yumak gibi alıyor beni , geçmişime götürüyor. geçmişin en zorlu günlerine..annemi babamı sokka ortasında öldürürler mi diye korktuğum, ama bu korkumu kimseye (kendilerine bile) anlatamadığım günlere. yaşamın her santimetrekaresi tuzaklarla doluydu sanki, bir sabah okula diye çıkılıyordu evden ve bu kısacık yolculuk adsız kara bir namlunun ucunda bitiveriyordu. öldürmek için sebep arayan öfkeli bir millet, o zamanlar gerekçesini bulmuştu. her sebepten öldürmeyi başarmış bir millet, bu kez (ve belki de ilk kez) fikir yüzünden öldürdüğünü ( ve öldüğünü) iddia ediyordu. bu sorunun cevabı çok canımı yakabilir diye bir türlü soramam, acaba yanılıyor muydu (k)? Yok, hayır, cevap istemiyorum, basit bir teselli bulmak istiyorum.kanları tozlu gecekondu yollarına bulaşan çocukların, sedat'ın, selçuk'un (sedat'ın yeğeniyle hala görüşüyor olmam ne tuhaf, yeğeninin kızının oğlumla aynı sınıfta olması daha da tuhaf) bu çocukların küçücük yaşta kendilerine kurulan tuzaklarda helak olmalarının açıklamasını kim yapabilir acaba? bana değil, ana babalarına elbet.

Thursday, January 31, 2008

aptallığın kısa tarihi (kayıp ders notları)

aptallar...evet, böyle bir güruh var, tehlikeli bir güruh.bunların beğenileri, tercihleri ve bazen de tercihsizlikleri, başkaları için de belirleyici oluyor.aptal oldukları için kendi kendilerini her türlü vicdan mahkemesinden de uzakta tutmayı başarıyorlar. sürekli bir "birbirinin yazdığını çizdiğini yaptığını onaylama hali" içerisindeler. aptalların pek de bilinmeyen bir özelliği vardır, aptallar "aptallık" diye bir meselenin olduğunun farkındadırlar çoğu kez.ama işte aptal olduklarından, kendilerinin bu çembere takıldığını farketmezler bir türlü. bir de, nasıl bir savunmaysa artık, birbirlerini bulur ve sahip çıkarlar. birbirlerinin aşırı ve bayağı duygusallıklarını, ağdalı cümlelerini,ucuz işlerini alkışlarlar ki yarın alkışlanma sırası kendilerine gelsin. aptallara yapılacak en ayıp hareket bu hallerini yüzlerine vurmaktır. hayır efendim, düşük iq lu insanlardan bahsetmiyorum,onlar arasında çok özel parıltılar gördüm, büyük savaşlara bilenenler gördüm.ben son derece iyi okullarda okumuş cv kumkumalarından bahsediyorum.adlarının başında yüksek mühendis,uzman doktor, yardımcı bilmemne doçenti gibi ekler olabilir, bu ekler iki işe yarar: 1. arada bir bu aptallığa tahammül edemeyen birilerinin burnuna sokulurlar. 2. kendi aptallıklarını tüm topluma yayabilmek için bir okulda hoca falan yapılıp ucuz küçük taklitlerini üretmeleri istenir. bu hediyelik biblo üretimi için kendilerine para da ödenir, gereksiz israftır.

aptallar çok fazla...çevremizdeki bir sürü zevksizlik, kalitesizlik bunların ürünüdür efendim,acı veren bir durum değil mi hakişkaten de?...aptallara "aptalsın" dediğin zaman ya toptan bir redde girişirler, kuma gömerler kafalarını, ya da size geri saldırıda bulunurlar, şımarık bir çocuğun tarzından daha fazlasını akıl edemedikleri için "sen de aptlsın" gibi savunma sözcükleriyel sizi de kendi çukurlarına çekmeye çalışırlar. "haklı olabilirsin, nasıl çıkacağım bu durumdan" ya da "bu sözünü düşünmeliyim" diyorsa eğer "aptallığını " yüzüne çarptığınız, aman ha...aptal değildir o, büyük ihtimalle siz yanlış ölçüp biçmişsinizdir.

ha, bir de önyargılı ve iftiracı olurlar, ispatsız suç atmaya bayılırlar, ama verdikleri tüm zarar ziyan yanında bu nedir ki? hem "aptal" deyip duruyorum deminden beri,fazla bir şey beklememek lazım. bir de ortalarda gezinmeseler...

kaç gün oldu okullar kapanalı, beklenen kar bir türlü yağmıyor. çocuklara da yazık, senenin yarısında "kar yağsa da bayır aşağı kendimizi salsak" dediklerini biliyorum. ben de bekledim durdum, güya geceyarısı cebimde küçük şişe kanyak kar altında gezinecektim. eskiden kar yağardı ve büyük bir sessizlik kaplardı gerede sokağını, yzanlar sokaktan aşağı kayılırdı.öyle deli gibi araba geçecek kara rağmen, bir "hayata tamgaz devam etme " tribi yaşanacak...nerdeeee... hayat son derece şık bir şekilde dururdu kar dizboyu olunca, sokaklar sadece çocukların hükmettiği bir ülkenin yerel yönetimleri gibi görünürdü gözüme.ta ki zalim anne ve babalar kıçı ıslanmasın diye evladını feryat figan pencereden çağırana dek.kartopu savaşı, kardan adam, araba geçmesin diye yapılan kar barikatı ve kızak...merdiven altına korniş çakılarak yapılan 8-10 kişilik kızak. ulan küresel ısınma, çocukluğumuzu da yedin be...

Saturday, January 26, 2008

bayılırım başladığım işi yarım bırakmaya, yine de artık olmayan ülkeden gecikmiş mektuplarıma devam etme kararı aldım. bir eski doğu alman kenti, eyalet başkenti, gece geç saatte trenle gelinmiş, otele yerleşilmiş ve rahat edilmiştir.üstbaş değişilir ve kentin ortasından giden mecburiyet caddesinde turlamaya çıkılır. yabancılık duygusu sanıldığının çok altında seyretmektedir. o kadar sıradan, sessiz ve sakin bir yerdir ki, insan kendini yabancı hissettirecek bir yüze, bir binaya,herhangi bir şeye bile rastlayamaz. bir sürgün yeri gibidir, ya da bir edebiyatçının ilham perisini kuyruğundan yakalamak için çekildiği bir kasaba. sokaklarda çok az ses, çok az araba, çok az insan...genel bir "çok az" olma durumu hüküm sürmektedir. biraz dolaşılır, bir fastfood cudan karın doyurulur, bahnhof daki büfeden birkaç bira alınıp kıdemli ayyaşlar gib elde bira ana caddeden bir aşağı bir yukarı yorgunluk engel olana kadar yürünür.
--sürecek--
ben anlatmayı becerebilirsem bir anlayan da olacaktır. geçmiş bazen resmi geçit yapıyor önümde. ortaikiyi bitirdim ve hiç bir sınıf arkadaşıma (oysa ki çoğunu çok severdim) hoşçakal diyemeden, bir adres veremeden çekip gittim. oysa adresim, gittiğim yer filan, hepsi belliydi."dadal nerede?" diye soran olmuş mudur, uzaktan bir yerlerden "almanyaya gitti" diye haberimi alan var mıdır bilemem. sınıftan gidenin boş sırası çabuk doldurulur. bu gidişin bir kaybolma olduğunu, gariptir ama, yeni farkediyorum.yıllarını kayıpların izini sürmeye vermiş olan ben kaybolmuştum, kayıptım, yitip gitmiştim. kaç küçük bellekte bir nokta kadar iz bırakıp gittim bilemem. almanyaya gitmiştim ya da 1976 yılının sonbaharında, bazı sınıf arkadaşlarım için ölmüştüm. başka bazıları ile tanışırken bir yandan. kayboldum ve yeni fakına varıyorum, ne acaip değil mi..iyi ama, kendimi nasıl ve nerede bulacağım bunca zamandan sonra?

Saturday, January 19, 2008

DISKO PARTIZANI

beni genellikle sinir etse de, arada güldürür...ekşi sözlükten bahsediyorum.
son zamanlarda hem aklıma hem ağzıma takılan hoş parça disko partizani için yapılan bu yorumu sevdim.

redbul ve votka içinde
sıkıntıdan patlamak üzereyken
shantel'in işaretiyle
dansa başladı partizan

:)))

binlerin, yüzbinlerin doldurduğu bir meydan var düşümde...gece sessiz bir fener alayı...bir bahar gecesi ve ağaçlara japon fenerleri asmışlar, çok uzaklardan bir akordiyon sesi geliyor.

Friday, January 18, 2008

"iyi ama" dedi, "ışıkları kim söndürecek?"

"ben söndürürüm"," siz çıkın usulca odadan."

Thursday, January 17, 2008

16Ocak'ı 17 sine bağlayan gece, ertesi gün, ve geride kalan bütün günler

gece, sabaha kadar onu aramak, bir hastanede sargılar içinde canlı bulacağımıza inanmak...Çetin, Akın ve çocuk, eski bir vosvos, karda kayarak dolaşılan bilumum ankara hastaneleri...acilleri, morgları, hepsi birbirinden mezbelelik...yok...ölenler var, yaralananlar var ve hatta bir sıyrık bile almadan kurtulanlar var, Çetin konuşuyor bu sonunculardan birisiyle.Sadece üstü başı çamur içinde ve şaşkın, bir ambülansa atlayıp ölülerin yanında acil servise gelmiş o da.Gülhane'nin kapısında kesine yakın sayıları öğreniş ve sonra eve dönüş. ve o eski polonya amalı radyoda saat 4 haberleri, ve tek tek isimleri sayış ve en son okunan isim.saatler duruyor bir anda. işte bu kadar.hayatımızı bir daha rotaya girmemecesine raydan çıkartan düğmeye basılma anı. beklenmedik bir ölü ve geride kalan şaşkınlar. geride kalan sersemler ve bir türlü bitmeyen sersemlikleri. kendimden bahsediyorum, eğer bir alınan olacaksa hemen vazgeçsin.

ertesi sabah otobüse binip okula gidiş, hayata tutunma çabası, bir türlü olan bitene inanamama durumu...belki de bir yardım isteme çabası...orası kalabalıktır ve muhakkak imdada koşan birileri bulunur. karlı istasyondan geçerek okul kapısına varış, her şey eskisi gibidir ama birkaç saattir küçük bir çocuk yetimdir artık...zaten hiç yoktun, şimdi iyice yoksun diye anar babasını...iki "keşke" si vardır kendince, "keşke güzel zamanlarımız çok olsaydı" "keşke, beraber zamanlarımız çok olsaydı" ...yoklukları, yoksunlukları bir çoklukta gizlidir. çocuk sarı beyaz suratıyla hep bir eksikliği hissederek dolaşır sokaklarda.

Wednesday, January 16, 2008


Çiçek Arif anlatıyor:


Yaşar Kemal'i ilk tanıyışım...Sultanahmet'te kaldığım yıllarda, aynı mahalleden komşum, İstanbul ErkekLisesi'nde okuyan Ergin Günçe diye bir arkadaşım vardı. Ben o ara şiirin yanında bir de roman yazmaya başlamışım. Ergin'e zaman zaman onları okuyorum. Ergin'de şiir yazıyor. Onun yazdıkları benimkilerden daha güzel. İlk defa Ergin'den -Allah rahmet eylesin; çok genç yaşta uçak kazasında ölmüştü- bir Nazım şiiri duydum. Bir gün sonra bana "ya, sen Osmaniyelisin değil mi?" diye sordu. "Sen Yaşar Kemal'i tanıyor musun?"...ve beni Yaşar Kemal'le tanıştırdı. Beraber Cumhuriyet gazetesine geldik.Yurt Haberler Servisi yazan bir kapıyı çalıp içeri girdik. Birden karşımasadan iri yarı bir adam kalktı ayağa; bir gözü biraz sakat gibiydi. "Vay Erginciğim!.." diye bağırdı. Ergin beni Yaşar Kemal'e göstererek "YaşarAğbi, bak sana hemşerini getirdim" dedi. Yaşar Kemal "Kimlerdensin lan?"diye sordu. "Hösemağalardan" dedim... "... "Hay senin sülaleni!.." dedi..."Kimin oğlusun?"... "Nalbant Hasan'ın"... "Haa, o zaman başka" dedi. Yandaki masadakilere beni göstererek "Hemşerim çocuklar, ben onların çiftliklerinde çok pamuk topladım" dedi. Babamı sordu, çay içip sohbet ettik. Dışarı çıkarken Yaşar Kemal'in oğlu olarak çıktım odadan.

Monday, January 14, 2008

beatles aklımı aldı, çok şık giyiniyorlardı, çok yakışıklıydılar, 4 ayrı kişiydiler ve şarkıları çok güzeldi...aklımı aldılar, aklım hala onlarda...geri istemeyi de düşünmüyorum.

Sunday, January 13, 2008

çocuk temiz yüzlü, efendiden...elindeki dergi gazete karışımı şeye dikkat ediyorum yol uzayınca.komünist neşriyat, kızıl bir orak çekiç var ilk sayfanın sol üst köşesinde.karaköy vapurunda spor sayfası okur gibi çaktırmadan bakıyorum arka sayfaya. sonra tendeki ışıklı tablolardan, gideceğim yere yaklaştığımı anlıyorum. yanlış bir bahnhof ta inip yüzlerce euro taksi parası bayılmamak için, karşımda oturan efendiden "kızıl" gençle irtibat kurma kararı alıyorum. yarı almanca, yari ingilizce anlaşıyoruz, dah 3 istasyon var, bana söyleyecek, onun bir istasyon daha gidecek yolu var. söylüyor ," burası" diyor ve iniyorum. ankara'yı aramalıyım, cebim çalışmıyor, yeraltında bir telefondan arayıp konuşuyorum.sonra freiheit meydanına doğru yürüyorum, kentin meydanı olsa olsa burasıdır. meydanda hiç kimse yok, freiheit ın olmazlığını mı farkedip kaçtılar acaba? yok, daha basit (her zaman yanılgılar daha basittir) yanlış taraftayım. öteki meydana çıkınca taksiye gidiyorum, taksici "çok yakın, götüremem " diyor. parayısyla bile olmuyor yani, otel tam tutuuramayıp tekerlekli bavulumla eski alman kkaldırımlarında tıkırdayarak bir süre yürüyorum.sonra hatamı farkedip geri dönüyorum, taksici haklıymış, duraktaki sırasını kaybettiğine deymeyecek kadar yakın bir otel.
kimse ingilizce iblmiyor, ama allahtan herkes almanca anlıyor, benimkini bile...

--sürecek, ama çok sonra sürecek şu ara sıkıldım zaten okuyan da yok--

Tuesday, January 08, 2008

treni yakalıyorum. treni yakalamak kolay değil, başı ayrı kıçı ayrı yere giden bir tren bu sanki, ama almanya'daysan, kalabalık bir tren istasyonundaysan ve türkçe biliyorsan, işin çok da zor olmayabilir. tren hareket ediyor, herkes yabancı, bir tek ben değilim. tren duruyor, kalkıyor, duruyor...15-20 dakika aralıklı olarak bir sürü istasyon. şimdi bir istasyonda yanlış indiğimi varsayıp ne denli perişan olacağımı hayal ediyorum. gariptir, bu korkuyu trenle ankara'dan istanbul'a igderken de yaşarım. oysa ki dünyanın belki de en zahmetsiz tren yoculuklarındandır. eskişehir'de yoğurt ve haşhaşlı çörek, izmitte pişmaniy eve haydarpaşa'da fotofiniş. almanya'ya geri dönelim. tren bir istasyonda boşalıyor, farklı tipler biniyor. burası sınır, artık olmayan bir ülkenin hal avarolan sınırı. ülkeler yok olsa da sınırlar kalıyor. karşımdaki çocuk efendiden tipli, buralarda her anne kızını böyle bir çocuğa vermek ister. emini türk olsa namazında niyazında bir tip olurdu.

--sürecek--

Monday, January 07, 2008

But there will be moments, she said, smiling, as she turned on her back,floating, moments like diamonds in our hands, candles on the waves,and we could make our way to them, hold them one by one,like the silver beads of water on the head of a baby being baptized,the breath she takes in like a dream and lets go.

John Hodgen etmiş bu lakırdıları...nedense bu resim de bana yalnızlık çağrışımları yapıyor. Bu aralar kendimi yalnız hissedemeyecek kadar hasta hissediyorum ve anlıyorum ki: yalnızlık da bir çaba, biz zenaat, bir mesai, belki de bir doktora tezi (tam saçmaladım :) )

Friday, January 04, 2008

yaşarken kaybettiklerim...erişilmez yollara gidenler...hepsi birer hayalet artık...bazısı hayatta biliyorum, ama telefonun ucunda ses, bir hayaletin sesi. zaten duymak da istemiyorum. annemin sesini meela.yüzünü de görmek istemediğim gibi.
bir düş, ilk evlerden birisi, hani kavga edilip evsahibiyle , apar topar çıkıp gidilen, o hırsız giren eve taşınılan. o evde oturduğumuzu bile unutmuşum. eşyaların senin, kasetler, çok eski bilgisayar disketleri,daha önce hiç görmediklerimden. kasetleri ayırıyorum, çekler, not defterleri filan da var, atılacaklar hepsi...ve o düşün ortasında, senin eşyalarını toplarken çöpe atmak için, birden kavrıyorum ki artık geri dönmeyeceksin. bunu bunca yıl yokluğunu yaşarken değil de, rüyada çer çöp toplarken hissediyorum. Rüyalar böyle işte, hakikati eğip büküp kulağımıza üflemede üstlerine yok. onca yıldan sonra bir düşün ortasında seni değil de sensizliği hissettim.güzel değildi, ama alabildiğine hakikiydi.